İnsanlar her zaman doğal dünyaya çekilmiş, doğaya bağımlı yaşamış ve doğanın döngüsünden büyülenmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla “yaşam sevgisi” anlamına gelen biyofili, doğayla olan bu büyülenmenin ve birliğin, hayvanlar ve bitkiler gibi diğer yaşam biçimleriyle etkileşime girmenin doğuştan gelen, biyolojik bir ihtiyaçtan kaynaklandığı fikridir.
Terim, psikolog Erich Fromm tarafından ortaya atılmış olsa da biyolog Edward O. Wilson’ın 1984 yılında yayımlanan kitabı Biophilia‘nın ardından popülerleşmeye başladı. Wilson bu kitapta, insanların doğaya olan bu cazibesinin genetik olarak önceden belirlenmiş olduğunu ve evrimin bir sonucu olduğunu öne sürüyordu.
Bu teoriye göre, insanların çiçeklere olan hayranlığı, birçok bitki türü için çiçeklerin meyvenin (ilk insanlar için zengin bir besin kaynağı) yakında geleceğini işaret etmesi gerçeğinden kaynaklanıyordu. İnsanların yavru hayvanlara olan düşkünlüğü ise, hayvanlarla ilişki kurmanın ve aralarında en savunmasız olanları korumanın, ilk insanlara evrimsel bir avantaj sağladığını gösteriyor.
Biyofili, insanın doğayla ve diğer canlılarla bağlantı kurma dürtüsünü tanımlar. Doğanın insanlık üzerindeki gücü ruh sağlığımızı, hobilerimizi, seyahatlerimizi, evlerimizi ve işyerlerimizi etkileyebilir.
Biyofilinin insanlara fayda sağladığı gibi; şehirleşme, teknolojik ilerlemeler ve diğer faktörler nedeniyle doğal dünya ile aramızdaki giderek mesafe de refahımız üzerinde olumsuz etkilere neden olabilir.
Doğanın merak ve huşu yaratma becerisi vardır. Doğanın güzelliği ve genişliği, insanları evrenin büyüklüğü üzerinde düşünmeye, kişisel endişelerini perspektife koyarak değerlendirmeye, dünyaları ve ilişkileri konusunda daha dikkatli olmaya yönlendirebilir.
Araştırmalar, doğada olmanın bilişsel faydalarının, günlük taleplerden kaçış deneyimi ve muazzamlık algısı sağlayan ‘onarıcı ortamlar’dan kaynaklandığını öne sürüyor. İnsanlar sadece doğayla ilgili bir film izledikten veya doğal sahnelerin fotoğraflarını gördükten sonra bile odaklanma süreleri artar ve daha az zihinsel yorgunluk yaşarlar.
Evrimsel psikolojinin merceğinden bakacak olursak; manzaralar, hayvanlar ve su kaynaklarıyla iyi bağlantıları olan insanların hayatta kalma olasılıkları daha yüksekti. Hayatta kalma ve daha sonra elde edilen başarı, akrabalık temelli olmayan uyumlu gruplar oluşturmaya dayanıyordu.
Bireyden daha büyük bir şeye ortak bir inanç, koordinasyon için etkili bir mekanizmadır. Doğa ve huşu çok eski zamanlardan beri insanları üniversiteler kurma, senfoni ve aya yolculuklar düzenleme gibi sayısız toplu aktivitede birleştirdi.
Doğada vakit geçirmek ve hayvanlarla etkileşimde bulunmak hem fiziksel hem de zihinsel sağlık üzerinde faydalı etkilere sahiptir. Örneğin yeşil alanlarda geçirilen zaman, daha düşük stres seviyeleri, gelişmiş hafıza ve artan yaratıcılık ile ilişkilidir. DEHB ve depresyon belirtileri, çocuklar ve yetişkinler için dışarıda geçirilen zaman arttıkça azalabilir. Doğada zaman geçirmenin faydaları fiziksel de olabilir. Bir çalışma, toprakta bulunan bir mikrobun vücudun bağışıklık tepkisini iyileştirebileceği sonucuna varmıştır.
Bir araştırmaya göre, manzaralı bir alanda yürüyenler, yoğun bir kentsel alanda yürüyenlere göre daha az endişe ve ruminasyon yaşadılar. Daha uzun vadeli araştırmalar, yeşil alanların daha yoğun bulunduğu yerlerde yaşamanın daha düşük stres ve daha fazla refah ile ilişkili olduğunu da ortaya koyuyor.
Hayvanlar, terapötik ortamlarda düzenli olarak kullanılmaktadır ve bir evcil hayvana sahip olmak, uzun zamandır olumlu zihinsel sağlık sonuçlarıyla ilişkilendirilmektedir. Ayrıca evcil hayvanlarla beraber yaşayan insanlarda kendi fiziksel ve duygusal faydaları bilinen fiziksel aktivite genellikle daha fazla görülmektedir.
KAYNAK: www.yesilist.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder