“Bağdat Caddesi’ne Dönmek mi, Allah Korusun”
Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu, İstanbul’da yaşayan ancak birçoğumuz gibi yaşamlarında bir şeylerin ters gittiğine inanan iki genç insandı. Tüketim alışkanlıklarını ve yaşamlarını sorgulamaya başladıklarında kendilerini yollarda buldular.
Dünyanın doğusuna gittiler. Anadolu’nun dört bir köşesini çoğunlukla yürüyerek turladılar. Amaçları kendilerine yaşam alanı olabilecek bir toprak parçası bulmaktı. Sonunda Antalya’nın Kumluca ilçesi sınırlarındaki Alakır Vadisi’nde buldukları araziyi satın alıp sekiz yıl önce buraya yerleştiler…
Yeryüzü cennetinin kıyısındaki hayalet köyler
Elektriği güneşten, gıdalarını da topraktan sağlayıp, Toroslar’ın sularıyla kendilerine göre “dürüst” bir yaşam kurmak istiyorlardı. Alakır Vadisi, tek tip tarım kültürünün yaygınlaştığı Kumluca ve Antalya’ya göç veren köyleriyle giderek boşalmış bir yeryüzü cennetiydi. Bir zamanlar Rum Değirmencilerin seslerine karışan keçi çanlarıyla çınlayan vadi, Anadolu’nun kendi kendine yeten mütevekkil insanlarının yaşadığı kocaman bir bahçe gibiydi. Ancak bu cennet bahçesinin kıyısındaki sağlı sollu dağılan köyler, kimliğini yaşamasına izin vermeyen sistem tarafından boşaltılıyor, giderek bir hayalete dönüşüyordu. Vadideki köylerden bir kadın, Kumluca’da seracılık yapmak için kiraladıkları arazi için bankadan aldıkları kredileri nasıl ödeyeceklerini anlatıyor uzun uzun. Kavurucu sıcakta serayı çoktan unutmuş, köyünde yediği fasulyeleri düşlüyor konuşurken. “İnsan ille yaylaya çıkıcek yaz gelince, seyilde (sahilde) nemden kemiklerimiz çürüdü bee!” diyor.
Birhan ve Tuğba, havasıyla insanın kemiklerini çürütmeyen Alakır’ın son tanıklarından biri olan Durmuş amcalarını tanıdılar. Ondan toprağı sürmesini, ekini biçmesini, keçiyi sağmasını öğrendiler. Tuğba, Hamide nineden keçi kılından ip eğirmesini, kilim dokumasını, Birhan da Durmuş amcadan ev yapmasını öğrendi. Öğrendikçe korkularını yendiler. Öğrendikçe alınlarındaki gerilim yerini gülümsemeye bıraktı. Anadolu’nun kadim hayat bilgisini öğrendikçe, kendilerini öğrendiler. Durmuş amca bir süre önce Alakır’dan ebediyete göçüp gittiğinde arakasında saf tutanların arasında duran uzun saçlı gitar çalan gençler, bir Anadolu masalının kahramanlarıydılar.
Bahçelerini ektiler, ortasına kendi elleriyle bir ev yaptılar. Hamide ninenin kilim tezgâhı tozlu odalardan çıkarılıp kuruldu. Keçiler sağıldı, yoğurtlar mayalandı; Alakır’ın sularıyla ekmek hamuru karıldı… İşte oldu, kimseye bağımlı olmadan, dürüstçe ve onurluca yaşamanın kendilerine göre yolu bulundu…
Ancak içinde yaşadıkları çağ, en geniş anlamıyla “kapitalizm çağı” olarak adlandırılıyordu ve bu çağın anayasasını yazanlar insanın kendini öğrenmesi fikrine pek de sıcak bakmıyorlardı.
Bir sabah uyandıklarında bahçelerinin aşağısında homurtularla çalışan dev iş makinelerini gördüler. Kentin “medeniyet” tanrısına tapan ruhbanları, Alakır’ın sularının boşa aktığına karar vermiş, vadiye sekiz tane HES yapılması için projeler hazırlamışlardı.
49 yıllık thasise 49 yıllık mücadele planı
O gün Tuğba ve Birhan için kâbus gibi geçti. İlerleyen günler de öyle… Ancak evlerini, Alakır’ı korumak istiyorlardı. Bunun için mücadele etmeye karar verdiler. 49 yıllığına kullanım hakkı özel şirketlere satılan suları korumak için 49 yıllık bir mücadele planı yaptılar. Planın ilk maddesi, “Alakır Özgür Akacak” başlığını taşıyordu ve diğer maddelerinde şarkılarla, neyle, santurla ve defle başlayan uzun mücadele maratonu için koşmaya başladılar.
Buldozerlere karşı ney üfleyen gençler
Buldozerlere karşı ney üfleyen gençler! Başlangıçta komik geliyordu çünkü içinden geçilen çağın insanı, topraklarını ve yaşamlarını hiç de komik olmayan nedenlerle fit oldukları sisteme terk ederek çoktan medeniyete doğru intihar etmişlerdi ve geldikleri yerde buldozerlere adeta tanrı muamelesi yapılıyordu.
Gözler rant perdesiyle kapanınca
Planı uygulamaya koyduklarında, Alakır’daki HES projeleri için açılan davaların altısında yargı doğadan yana tavır almıştı. Aksini düşünmek akıl tutulmasıydı çünkü Alakır Vadisi’nin sahip olduğu biyolojik zenginliğin ölçüsü, birçok ülkeninkinin birkaç katına eşitti. Ne var ki içinden geçilen dönemde ülkeyi yönetenlerin gözleri, biyolojik zenginlikle ekonomik bağımsızlık arasındaki ilişkiyi görmelerini engelleyen “rant” adındaki perdeyle kapanmıştı.
Birhan ve Tuğba yaşamı korumanın namus olduğunu yaşayarak öğrenmişlerdi. Doğa onlar için romantik bir kaçış değil, insanın zorluklarla dolu ama onuruyla yaşayabileceği eviydi. Ve evlerine gelenleri sayısı giderek artıyordu. Elif ve Tayfun da, ekili oldukları kentlerdeki başaklarından fırlayan iki aykırı tohum gibi Alakır’ın toprağına düştüler. Hep birlikte, “yuva” adını verdikleri bir ev daha yapmaya koyuldular.
Kendilerine en yakın malzemeden yaptıkları Yuva’yı, Alakır’ın sularıyla kardıkları harçla sıvadılar. Çünkü en doğru malzeme en yakın olanıydı. Anadolu halkı binlerce yıldır böyle yaşamıştı. İstenirse çölde bile doğru malzemeyi bulabilirdi insan. Durmuş amca’nın “evin harcı nefestir, terk edilince üç günde yıkılır” sözünü rehber edindiler. Yuvalarını nefessiz koymadılar. Geldikleri kentte ve tüm ülkede yaşamı tek tipleştiren ve adına TOKİ denilen kurum eliyle inşa edilen evleri hızlı yemek restoranlarındaki gıdalara benzetiyorlardı. Aynı evlerde yaşayıp, aynı televizyon kanalını izleyerek aynı fikirleri savunan insanların hali onları şaşırtıyordu. TOKİ’siz bir mimarinin mümkün olabileceğini göstermek istediler. Tamamen doğal malzemeyle ve kendi elleriyle sıfır maliyetle inşa ettikleri Yuva’nın, yirmi yıldır aynı dünyayı yaşayan gençlerin önünde bir model olmasını dilediler.
Müteahhit, taşeron ve rant kavramlarına veda edebilirsiniz
Yuva’nın “antikapitalist” bir proje olduğunu düşünen Birhan’a göre insanlar neredeyse yirmi yıl boyunca taksite bağlanarak sağlıksız ve betonarme evlerde, üstelik de kendi tasarım zevkini yaşadığı yere hiç uyarlayamadan yaşamaya mahkûm ediliyorlardı ve bu insanın doğasına aykırıydı. Anadolu’nun umman gibi bir zenginlikten gelip, ip gibi aynı hizaya dizilmesi akıl alır gibi değildi. Yuva, medeniyet hamağında sallanarak uyutulan, tüm yaşamı ellerinden alınan Anadolu insanı için uyanma zamanına işaret eden bir projeydi. Bir alarm zili! Müteahhit, taşeron, kat ve rant cümlelerine veda edilebilecek, eski unutulan bir dildi.
Yuva, doğadan ödünç alınmış, doğanın doğurduğu, zamanı gelince de tekrar annesine iade edilecek bir evdi. Doğayla oynadıkça gelişen bir ev. Deprem oldukça silkelenen, silkelendikçe kendine gelen bir ev. İçine satın alınan mobilyaların yerleştirilmesi mümkün olmayan bir ev. Perdelerinin rengine göre duvarına tablo asamayacağınız bir ev. Antikapitalist bir ev. En temel insan hakkı olan ‘barınma’ için ömrünüzü çürütmeyeceğiniz bir ev. Birhan’a göre antikapitalizmin anlamı dürüstlüktü ve insan olan herkes antikapitalist olmalıydı. Çünkü başımızı koyduğumuz yastıktan ayakkabımızın bağcığının ucundaki plastiğe kadar her şey bir emek ve doğa sömürüsü sonunda bize ulaşıyordu ve bu çarkı döndürmek için dünyanın çarkına sıçılıyordu. Bu çarkı döndürmek için dünyanın gördüğü en büyük doğa ve kültür soykırımı yapılıyor, çarkın başında duranlar hepimizi bu soykırıma ortak ederek ahlaki değerleri yerlerde sürüklüyordu. “Geçmişteki soykırımları deşelemenin bir anlamı yok” diyordu Birhan; “Geçmişi deşeleyip soykırım tartışmaları yapacağımıza en azından şu anda yaşanan soykırımı durdurmanın yollarını aramak zorundayız.”
Ekolojik yaşam aldatmacası
Oysa bu soykırımı durduracak insanlar tek tek avlanmıştı, soykırımı yapan avcılar tarafından. “Ekolojik yaşam, ekolojik ürün” kılıfı giydirilmiş eski bir yöntemi yeni bir yaşama biçimiyle avlanan insanların tehlikeli bir oyunun içinde olduklarını anlamaları biraz uzun sürecekti. Birhan’a göre sistemin çarkları arasında sıkışan, sistem tarafından boğazı sıkılan insanlara verilen bir “hayat öpücüğü”ydü, ekolojik aldatmaca. “Haydi arkadaşım sen devam et, yürü” diyordu sistem; çarklarının arasında sıkışanlara.
Geri dönüşüm amblemleri çıktığında da benzer manzaranın yaşandığını söylüyor Birhan: “Poşet kullanımının azaldığı günlerde birden bu geri dönüşüm amblemi çıktı ortaya. Şimdi bakıyorsunuz her şey geri dönüşüyor. Ama bu amblemin ortaya çıkmasının ardından tüketim ikiye üçe katlandı. Çünkü ‘nasıl olsa geri dönüşüyor’ mantığıyla insanların daha çok tüketmeleri sağlandı. Şimdi de ‘nasıl olsa ekolojik’ mantığıyla aynı şey yaşanıyor. 100 bin dönümlük bir arazide ekolojik tarım yapılabilir mi? Tek tip bir üretim. Bu nedenle ekolojik yaşam, dikkat edilmesi gereken çok tehlikeli bir kavram. Sistemi kendi içinde çözelim, derleyip toparlayalım dönemini geçeli bayağı oldu. ‘Biraz makyaj yapalım, biraz toparlanalım, biraz ekolojik olursak; biraz yeşil enerji kullanırsa düzelir’ demek boşuna. Bu mantıkla devam ettiğimiz sürece, en ekolojik ürünü de yetiştirseniz, en yeşil enerjiyi de yetiştirseniz bu sistem çözülmez. Bu mantıkla bir yere varılamayacağını dünya da gördü. Çünkü doğa ana, ‘ben bu sistemle devam edemem. İsterseniz siz inat edin ben iki silkelenirim, olan yine size olur’ diyor.”
Savaşa karşı eyleme gittik ama Bush ertesi gün Irak’a girdi
Oysa karınca da insan da, sağlıklı gıda, su ve barınmanın peşindeydi. Bunun dışında insana dayatılanlar yaşamı cehenneme çevirenlere gönüllü sponsorluk yapmanın önünü açıyordu. Bu gönüllü sponsorluğun farkına vardığı günü ve sonrasını şöyle anlatıyor Birhan: “George Bush Irak’a gireceği dönemde tüm dünyada küresel bir eylem olmuştu. Biz de Tuğba ile İstanbul’daki eyleme gitmiştik. Oldukça kalabalık bir eylemci grubu vardı. Herkes savaşa karşıydı. Ancak buna rağmen ertesi günü Bush Irak’a girdi! Biz o eylemde Tuğba ile göz göze geldik. Çok rahatsız olmuştuk. Çünkü herkes çok eğleniyordu. Gitarlar çalınıyor, bütün partiler pankartlarını, bayraklarını açıyordu. En solundan en sağına herkes oradaydı ve herkes barış istiyordu. Ama bağırıp çağırıp evlerine döndüler. Biz de döndük. Döndüğümüz mekân, karşı olduğumuz şeyleri devamlı besleyen bir mekândı. Evimiz…
Döndüğüm anda elektrik düğmesine bastığımda bu savaşları sürecekti. Çünkü bu sonuçta bir enerji savaşıydı. Eve dönerken bindiğim minibüsün yakıtı yüzünden Bush Irak’a girmişti. Bu öyle bir ironi ki. İşte dürüstlük kavramı burada devreye giriyor. Ben kendimi sorgulayınca cidden bu işin içinde olamayacağıma karar verdim ve ‘ben bu oyunda yokum’ dedim. Becerip beceremeyeceğimizi bilmiyorduk ama en azından denerken ölmenin daha iyi bir seçenek olduğuna karar verdik. İnsanlar televizyonlarda savaşta ölen çocukları, kadınları görünce üzülüyorlar ama onları öldüren bombaları tükettiklerimiz sayesinde biz yapıyoruz. Biz bu savaşın içindeyiz, dışında değil. Biz de dürüstçe bunun dışına çıkmak istedik. Bir kaçış değil, bilakis sorunun tam göbeğine gelmek. Ama en temel ihtiyaçlarının sağlıklı biçimde giderebileceğin bir yaşam kurmaya… Bir nevi kendinle yüzleşmek. Kentte evini kapatır kaçarsın ama burada kaçış yok artık. Çünkü ekmeğini topraktan kendin çıkarmak zorundasın.
Daha çok kazanmanın sonu yok
Burada eylemlerimizin bizi nereye götüreceğinin farkındayız. Toprağa ekerken, ‘biraz daha fazla ekersek ne olur’ dürtümüzü kontrol ediyoruz. Çünkü bu hırsın insanı nerelere götürdüğünü biliyoruz. Bir taşı kaldırdığımızda altında karınca yuvası varsa diğerine yöneliyoruz. Ama bu bazılarına göre psikopatlık gibi algılanıyor. Oysa olması gereken bu, asıl diğeri psikopatlık hali. Daha çok ürün elde etmenin, daha çok kazanmanın sonu yok çünkü. İçinde yaşadığımız sistem bu yüzden besleniyor.
Bağdat Caddesi’ne dönmek mi, allah korusun
Tekrar Bağdat Caddesi’ne geri dönme fikri mi; Allah korusun. Allah kimseyi yoklukla terbiye etmesin. Benim için, doğrudan yokluğun içine gitmek gibi bir şey bu. Bize ‘ne büyük cesaret burada yaşamak’ diyorlar. Asıl kentte yaşamak büyük cesaret istiyor. İnanılır gibi değil. Otuz tane kilit takmak zorundasın. İnsan kafayı üşütür.
Hürrem’i duyduk ama hiç görmedik
Hürrem’i duyduk ama hiç görmedik. Çok ayrıntı bilmiyoruz ama bir Osmanlı padişahının hayatını anlatan dizi olduğunu duyduk. Sekiz yıldır hiç televizyon izlemedik. Ama İstanbul’da da öyle çok izlemiyorduk. Bir de Survivor varmış, onu da duyduk. Hatta annem bir ara ‘siz buraya katılsanız kesin kazanırsınız’ diyordu. Annem, çevresindekilere ‘benim çocuklar zaten böyle yaşıyor’ diyormuş.
Gülmeyin, anlatılan sizin öykünüz
Birhan’ın, “on ömür olsa yaşamaya yetmez” dediği Anadolu, tarihin hiçbir döneminde umudun tükenmediği coğrafyanın adıydı. Bugün Alakır’da, evlerinde yaşadıkları coğrafyayı çevreleyen her yerde medeniyetin yıkımıyla baş başa yaşıyorlar. Bir köşede pirnal meşelerini kesip kömür yapıyorlar, bir köşede HES kıyımı yapılıyor, bir başka köşede ise su kaynakları plastik şişelere doldurulup dolaşıma sokuluyor. Kâbus mu, kader mi; adına ne derseniz deyin onların öyküsü Anadolu’nun gerçek öyküsüdür. Umudun da umutsuzluğun da yan yana durduğu bir öykü. İçinizde hep çatışan iki karşıt duygunun, hangisini daha çok beslerseniz onun kazanacağı bir öykü. Ne gülüyorsunuz, anlatılan sizin öykünüz…
Yazının orijinali :http://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/2012/08/14/dinle-anadolu-anlatilan-senin-hikayendir/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder